15 Ocak 2018 Pazartesi

The Handmaid's Tail


Selamlaaaar! Oldukça uzun bir süre sonra yine buralardayım! Bir dizi / film kritiği yazmanın nasıl olduğunu unutacak kadar buralardan uzak kaldığımdan, direkt konuya geçiyorum efendim.

The Handmaid’s Tale, bu yılın (gerçi artık 2018 olduk, demn) göz bebeklerinden biri. Hulu yapımı bir dizi olan The Handmaid’s Tale; 2 Golden Globes ödülünü kapmakla birlikte şu sıralar (ileride pek tabii değişebilir bu durum) IMDb Top Rated TV klasmanında 140. sırada oturmakta. Dizinin yapımcısı Bruce Miller olmakla birlikte, oyuncaları ise Elizabeth Moss (Offred), Yvonne Strahovski (Serena Waterford), Joseph Fiennes (Fred Waterford) yer almakta. Kalan sıkıcı bilgilere bakmak için sizi IMDb’ye yönlendireyim, çünkü artık esas konumuza geçiyorum.

Malumunuz 1939 doğumlu, Kanadalı yazar Magaret Atwood; bu feminist distopik romanı 1980'lerde Berlin’de yazdı. Malum „Berlin Duvarı“ hâlâ varlığını sürdürmekteydi. Eminim ki pek çoğunuz kitabın ne anlattığını bilmekte ancak küçük bir hatırlatma yapacak olursam, kitap gelecekte pek çok sebepten dolayı doğurganlığın bitmesiyle başlayan bir süreci anlatmakta; „Gilead“ denilen askeri-teokratik yönetimi konu almaktaydı. Tabii kitabın içindeki en bariz gönderme olan „Duvar“la anlıyoruz ki; Margaret Atwood’un distopyası gelecekte geçiyormuş gibi gözükse de o dönem ve o döneme kadar yaşanan olayları eleştiriyor, bu hatta kendisinin de söylediği bir durum.

Haliyle adaptasyon olan bizim dizimiz de oldukça distopik bir kurgu ve günümüzde (ya da günümüze çok çok yakın bir tarihte) geçiyor. Birçok sebepten oluşan doğurganlık krizi, Amerika’da bir darbeye yol açıyor. Teokratik bir yapıya bürünen devlet adeta bir diktatoryaya dönüşüyor. Gerçi „Adeta“ fazla bir kelime oldu burada.



Bir gün uyandıklarında kadınlar kredi / banka kartlarını kullanamaz hâle geliyorlar, bir günde işlerinden atılıyorlar. Askerler sokakları tutuyor ve çok geçmeden yeni düzen oturtuluyor. Komutanlar ve eşleri yöneticiler; hala doğurabilen kadınlar damızlık kızlar (Handmaid), kalanları ise Martha’lar; yani komutan ve eşlerine hizmet edenler oluyor. (Kitapta econowife / econowives denilen kesim olduğu bize söylense de dizide kim oldukları fark edilmiyor bile)

Biz de Offred („Fredinki“) isimli damızlık kızın gözüyle yaşananları öğreniyoruz. Kendisi Fred denilen yönetimdeki „Komutan“lardan birinin damızlık kızı. Yeni yönetim ilan edildiğinde kocası ve kızıyla ülkeden kaçmaya çalışanlardan biri. Moira ile en yakın arkadaş. Kendisi ülkeden kaçmaya çalışırken yakalanıp “Red Center”a; yani hala doğum yapabilecek kadınların eğitildiği merkeze gönderiliyor. Aunt Lydia’nın rahle-i tedris- pardon zorbalığından ve kurallarından geçmekte. Burada gelecekteki yaşamlarının nasıl olacağına dair bir eğitimden geçmekte ve bilfiil görevlerini yerine getirmekteler.

Yalnız söylemeden geçemeyeceğim; Aunt Lydia’yı kafamda tam olarak Ann Dowd gibi canlandırmıştım. Kadının oyunculuğu da tam karakterin ruhuna göreydi. Helal olsun valla, övmeden edemezdim.



Dizi kitaptan farklı bir rota izliyor; vardığı düşünce kitaptan uzaklaşmasa da işleyişinde ciddi farklar var. Ancak Margaret Atwood’un bununla bir sıkıntısı olmasa gerek, çünkü kendisi danışmanlardan biri ve üstelik bir cameo’su da bulunmakta.

Açıkçası ben –neredeyse her adaptasyonda olduğu gibi- orijinale daha sadık kalınmasını isterdim. Özellikle Serena Waterford (a.k.a. Serena Joy, a.k.a. Pam) kitapta daha farklı bir karakter. Burada da oldukça soğuk biri olmasına karşın arada bir insaniyetinin tuttuğunu görüyoruz, ancak kitapta hiç böyle bir yanı yok. En azından bende böyle bir etki yaratmamıştı. Pek kafasına girdiğimiz, empati kurduğumuz bir karkater değildi kendisi, en azından Margaret Atwood buna pek izin vermemişti. (Herneyse kitap postuna dönüştürmeyeceğim burayı – kitabın ayrı bir yazısını yaz derseniz ses edin. Ha, yok, demezseniz yazmam. Çünkü yazmak için kitabı yeniden okuyacağım filan, anladınız siz ^^)

Öte yandan (herkesin aksine) başrol oyuncusuna pek ısınamadım ben. Açıkçası yerine başkası olur muydu? Olurdu. Ama Serena Joy’u oynayan hanımefendi olmuş bakın. Aunt Lydia’nın şukusunu vermiştim zaten. Tamam hadi sizi mi kıracağım, Fred de fena değildi. (Yine laçkalaştım, evet)

Dizinin temposu hızlı değil, ancak olmasına da gerek yok. Olduğu şekliyle gayet sevdim ben, sinematografisidir, görüntü yönetmeliğidir bunların hepsi iyiydi. Diziyi izlerken distopyanın vermesi gerektiği o gergeinlik ve paranoya vuk’u buldu mu? Tam olarak! Kırmızıların, mavilerin bol olduğu bir dizi ancak bu kadar sinir bozucu olabilirdi.

Karakterizasyonlar oldukça yerindeydi. Her ne kadar kitaptan ayrı düştüğü kısımların olduğunu söylesem de – bazı sahneler birebir kitabı akla getiriyordu. Özellikle ilk bölümlerde direkt kitap alınan diyalogların hakkını da vereyim şimdi.

Günümüz modern dünyasını eleştirmesi, bariz göndermeler yapması ise benim gibi sembolizasyon severleri bayağı tatmin eden bir yapımdı. Kendi gördüğüm ve katıldığım eleştirileri buraya yazmayacağım, bu girdinin bir feminizm manifestosuna dönmesini istemem. Ancak dikkatli izlerseniz ve üzerine düşünürseniz –Tıpkı Margaret Atwood’un dediği gibi- bunların aslında olan / olmuş olaylar olduğunu görürsünüz. (olmak sayacı eklediniz mi buraya asdfghjkl) Ha, yalnız bir şeyi eleştirmeden geçemeyeceğim burada; Kanada’nın herkese kucak açmış ve barışı temsil eden bir ülke olduğunu gözümüze soktunuz, evet, kesinlikle anladık bunu. İkinci sezonda yapmayın bunu oldu mu canlarım? Tşk. 



Öte yandan verilen göndermeler gerçekten çok güzel. Alegorik bir yapısı olduğunu gerçekten hissettirdi. Margaret Atwood’un halihazırda yapmış olduğu sembolizasyonlarla, dizide yenilerinin eklemiş olması harikaydı. Mesela aklımda kalan birkaç taneyi ekleyecek olursam; Lydia İncil’de geçen, mor kumaş ticareti yapan oldukça inançlı bir kadın. Jezebel ise fuhuşa aksine fuhuşa yönlendiren biri. Handmaid’lerin giydiği kırmızı Mary Magdalene’yi, cinselliği temsil etmekte. Eşlerin giydiği mavi ise (ki çocuk doğuramadıklarını bir kez daha hatırlatalım) Meryem’i simgelemekte. Arkalarda gördüğümüz „God hates fags“vari yazıları saymıyorum bile. Ayrıca arada bir Lydia’nın taktığı bir rozet var, Handmaid sembolü olarak da gözüküyor bazen (özellikle son bölümde) Ya, Astra - The Star Goddess’tan (tık tıktık) gelmekte ya da Eski Mısır’dan (tıktıktıktıktık) geliyor. Ya da ikisinden de. Bilemedim siz karar verin.

Final bölümüyle kitapta işlenen konular bitti. İkinci sezon ile çok farklı bir dünyaya gireceğiz. Diyeceğim o ki, henüz bu diziye başlamadıysanız hemen izleyin. Distopya seven, kadın ve kadın hakları üzerine düşünen biriyseniz zaten kaçırmayın. Düşünmeyen biriyseniz de acil izleyin, belki bu konular da ilginizi çeker.

Öyle işte, hadi tschüss!

Ayrıca;


„Nolite Te Bastardes Carborundorum“



Share:

5 yorum:

  1. Gayet ayrıntılı ve keyifli bir yazı olmuş. Sezonu bitirmiş bir izleyici olarak severek okudum.
    Diziyi kitaptan daha fazla sevdiğimi söyleyebilirim. Daha içine girebildiğim için olabilir. 2. sezonu da sabırsızlıkla bekliyorum.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Aaaa teşekkürler ^^ Ben kitabı daha çok sevdim sanırım ya, ancak diziyi de çok sevdim tabii ki ^-^

      Sil
  2. Ben ilk diziyi izledim sonra da kitabı okudum. İkinci sezonunu merakla bekliyorum açıkcası. Dizideki replikler beni çok etkiledi. Sanırım uzun zamandır beni bu denli etkileyen bir dizi izlememiştim.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Kesinlikle, son dönemlerin en iyi dizilerinden ^^

      Sil
  3. Kusura bakmayın hic beğenmedim.

    YanıtlaSil

Yorumunuzu eksik etmeyin, her biri çok değerli^^